FATMA KAYALAR ; Istrancalar’da Bir Ak Güvercin
Trakya’nın zirvesi Mahya Tepe’nin, tabiri caizse tam da kuytusunda yer alan Kurudere Köyü, Istancalar’ın en güzel manzaralarına ev sahipliği yapmaktadır. Kırklareli’nin Pınarhisar ilçesine 20 km mesafede yer alan köy, son yıllarda doğada vakit geçirmek isteyen gezi etkinlik gruplarının da mutlaka uğramak istedikleri yerlerin başında geliyor. Bunun sebeplerinden biri Trakya’nın turizme açılmış tek mağrası olan Dupnisa mağrasına giden yollardan birinin üzerinde oluşu, bir diğeri ise en güzel doğa yürüyüşü rotalarınan biri olan Kurudere-Fatma Kayalar rotasının başlangıç noktası olmasıdır. Fatma Kayalar’ın bir asır öncesinden gerçek bir olaya ev sahipliği yapan hazin öyküsü ise bölgeye ayrı bir değer katmaktadır.
Istrancalar’ın Kuytusunda Bir Köy; Kurudere…
Kurudere izi sürülebilir tarihi 1800’lü yılların ortalarına dayanmaktadır. Önceleri Edirne’deki eserlerin vakıfları için çiftlik arazisi olarak işletilen topraklarda köy yerleşimine doğru geçiş 1900’lü yılları bulur. Osmanlı Rus Harbi sonrası Balkanlar’da başlayan huzursuzluklar, yaklaşan Balkan Savaşları’nın da ayak sesleridir. Kafile kafile doğdukları tutundukları toprakları terketmekte olanlar arasında, şimdi Yunanistan topraklarında kalan Demirhisar civarından muhacirler de vardır.
Sürüle sürüle Küçük Rumeli denilen Trakya içlerine doğru gelen bu Pomak göçmenler, sık bir korluluğun olduğu Istrancalar’ın Mahya Tepe zirvesi yakınlarındaki bu mevkide iskan ettirilirler. Sırtını Istrancalar’ın güney yamaçlarının kuytusuna yaslamış köy, içinden akan deresi ve sık koruluğundan sebep önceleri Korudere diye adlandırılır. İsim daha sonra Kurudereye dönüşür.
Balkan Savaşları sonrası ve 1924 mübadelesinde yeni göçler alan köyün demografik yapısı ( nüfus yapılanması ) böylelikle tamamlanmış olur.
Kırklareli’nin Pınarhisar ilçesine bağlı köy, kültür köklerine olan bağlılığı, üretkenliği ve birbirlerine olan bağlılıkları ile Kırklareli’deki yerleşimler arasında özel bir yere sahiptir.
Şimdi onu özel kılan değerlerden birisine hep birlikte kulak verelim.
Istrancalar’da Bir Ak Güvercin…
Epeydir tüm cıvıltısını yitirmişti Koca Balkan…
Ne gülü gülşen eyleyen bülbüllerin sesi duyuluyordu gündüzleri, ne kem talih getirdiğine inanılan puhunun geceleri. Kimseler evlerinin porta kapısından burnunun ucunu göstermiyor; “Ha şimdi geldi gelecek…” diyerek günlerdir büyüttükleri bir endişeyle bekliyorlardı. Ortalığı sağır eden sessizliği gecenin bir yarısı köyün kıyısına kadar sokulan aykaların ( haydut-eşkiya ) silah sesleri de bozmasa, kimselerin irkilip de kendine geleceği yoktu hani.
Gittikçe pervasızlaşan Bulgar çetecilerin Balkan köyleri boyunca kendilerini daha da gösterir hale gelmesi, yakaşan büyük tehlikenin ayak sesleriydi. Yoksa bu cesareti kendilerinde nereden bulacaklardı ?
Oysa Balkanlar’da büyüyen huzursuzluklardan kaçıp sükuneti bulmak için, şimdi Yunanistan’ın içlerinde kalan ama eskiden pekala da bizim olan Demirhisar civarından kaçıp gelmişlerdi buraya. Eski adı Korudere, şimdilerde Kurudere olan bu köyü kendilerine huzur dolu bir yurt edinmişlerdi.
Sadece onlar değil, bu civarda kurulan bir çok köy muhacirlerle, Balkan kaçkınlarıyla dolup taşıyordu. Tek istedikleri Küçük Rumeli denilen bu Trakya köylerinde, derine kök salan çınar ağaçları gibi kök salmak, yeni nesillerini burada huzur ve barış içinde büyütmekti.
Tam da bu zamanlarda, I. Balkan Harbi’nin haberi bir acı yel gibi dolaştı tüm köyleri. Gök delinmiş bir akşamın sabahında “Kırklareli’nin düştüğü” haberini, yol boylarında ricat eden asker kafilelerinin içler acısı halini gören köylüler getirdiler köye.
“Kaçın evlerinize ! Saklanın ! Bulgar Çavla’dan kopuşmuş geliyor !”
Çavla dedikleri de Akören’le Kurdere arasında Istrancalar’ın alt eteklerini oluşturan yüksekçe bir tepe. Düşmanın Çavla’yı dolanıp silah sesleri, naralar eşliğinde Kurudere sokaklarına dalmaları çok da sürmedi zaten.
Kurudere sokakları bir anda boşalıverdi. Ne insan, ne at, ne it var sokaklarda. Dersin ki, düşmanın geldiğini haber almışlar da günler önce boşaltmışlar köyü.
Ama Bulgar askeri tek tek evlerden ite kaka çıkarttılar herkesi . Ne yaşlı ne genç, ne kadın ne kız demezler, dipçik darbeleriyle köyün orta yerine kadar herkesi toparlarladılar. Analar kızların suratlarına odun fırınlarının küllerini çalmışlardı. Küller ki, alınlarının bahtsız yazısı gibi kapkara durur mah yüzlerinde. Analar ummuş ki, düşman askerleri çirkin sanar da ilişmezler kızlarına, kızanlarına…
Tüm bu hengamede bir tek Fatma’ın haberciği olmamıştı olan bitenden. Sabahın seherinde kuzularını yaydığı meradan dönüşte kendini köy meydanının orta yerinde, büyük bir kalabalığın içinde buluverdi Fatma.
Ah Fatma !
Anasından doğduğu gün gibi saf, su gibi duru, mahçup gamzesinin oturduğu iki yanağında alına al iki elma…
Harman yanığı saçlarında yedi sıra belik, tebessümünü yitirmiş mah yüzünün müsebbibi sanırsın ağzındaki buruk erik…
Yüz yıldır öyküsünü bıkmadan anlattığım, köyümüzün bacısı, yüreciğimizin ince sızısı Fatma !
Herkesin yüzünde karalar, bir Fatmacığın yüzünde nur vardı. İnce ferik gibi, fidan gibi; henüz on sekizinde Fatma, düşman askerlerinin hemen dikkatini çekti. Daha oracıkta tacizlerine maruz kalınca dayanamadı. Bir fırsatını yakalar yakalamaz köyün sokaklarına dalıverdi. O önde, azgın Bulgar askerlerinden birkaçı geride kaçmaya başladı. Köyün sokakları bitince ormanın içinde izini kaybettireceği umuduyla kendini Koca Balkan’a vurdu Fatma.
Koyun kuzu otlattığı için bu ulu ormanı avucunun içi gibi bilirdi Fatma. Kurdun kuzunun izini, aynın çakalın inini bilirdi. Nerede bir ulu çınar, nerede bir duru pınar var, her birşeycikleri bilirdi.
Ceylan sekişiyle Koca Balkan’ı dolandıkça Fatma, geriden gelen düşman askerlerinin öfkeleri daha da arttı. Dalağı şişmiş, burunlarından soluyan deli danalar gibiydiler. Son çare, Fatma’yı korkutmak için ardından tüfeklerini ateşlemeye başladılar. Ulu orman kurşun sesleriyle güm güm gümledi..
Bu korkuyla oradan oraya kaçan Fatmacık kendini Istrancaların zirvelerinden birinde buluverdi bir anda. Buradan her yöne doğru alabildiğine görmek mümkündü. Kaçacak yeri kalmadığını anlayan Fatma, kekiğe kesmiş bu zirvenin üzerine gökten zembille indirilmişçesine oturmuş, kocaman bir kayalığın tepesine adeta bir keçi çevikliğiyle tırmandı.
Kısa sürede aşağılardan kopuşup gelen düşman askerleri de tepeye vardı. Pis sırıtışları ile kayalıkların tepesinde ne yapacağını bilmeyen Fatma’cığa doğru ilerlemeye başladılar. Askerlerin üzerlerine tekerlediği taşlar da kar etmeyince son bir çaresi kalmıştı Fatma’nın.
Anacığının avuçlarına emanet etmiş de taratır gibi, kınalı saçlarını Balkan rüzgarına verdi. Ellerini iki yana açtı. O an kayalıkların kovuğundan bir ak güvercin havalanıverdi o anda. O ise Allah’a emanet bedenini, toprağa kavuşmayı beleyen bir yağmur tanesi gibi Istrancaların tüm zirvelerini seyreden bu kayalıklardan boşluğa hiç düşünmeden salıverdi.
Istrancalar’ın bakirliğinin, duruluğunun, namus gibi korunması gerektiğinin simgesi oldu bir manada.
O gün bugündür Fatma Kayalar derler bu kayalıklara.
Ne zaman bir acı poyraz bu kaylıkları dövse, aşağılardaki köyü Kurudere’dekiler “Fatma ağlıyor..” derler de bir asır öncesinin bu hazin öyküsünü her doğan çocuğun kulağına masal gibi fısıldarlar.
Anasından doğduğu ilk günkü gibi saf, su gibi duru Fatma’dan geriye bir bu hazin öyküsü, bir de yetmişlerini devirmiş bir ihtiyarcığın usuna misafir, ezgisini yitirmiş bir kaç dize türküsü kalır yadigar.
Salın da beni aykalar ey ey !
Düzende bezim düzülü kaldı,
Sandıkta çeyizim basılı kaldı
En başta yavuklum küsülü kaldı
Salın da beni aykalar ey ey !
Babam ihtiyardır ata binemez,
Kardaşlarım pek ufacıktır beni bulamaz,
Anamın gözleri kördür beni bulmaz.
( Türkü Kurudere’nin komşusu olan Evciler Köyü’nden Zeki CEYLAN’dan ( 74 ), Gizem DEMİRAY’a ait “Kırklareli Pınarhisar İlçesi Merkez ve Köyleri Ağız İncelemesi” isimli tez çalışması sırasında derlenmiştir. )
Dinçer ALABAŞOĞLU

