Muharrem Niyazi AKINCIOĞLU

Sesini Trakya’nın semalarında dolaştıran bir şair Muharrem Niyazi AKINCIOĞLU.

Kırklareli’den yetişen AKINCIOĞLU’nu ne yazık ki çok az Kırklarelili tanıyor bugün. Edirne’ye yazılmış en büyük methiyedir Edirne isimli şiiri. Bu şiirde bahsi geçen, o “üç belik sular” gibi akıp insanı etkisi altına alan benzersiz Edirne betimlemesinden dolayı onun Edirneli olduğunu düşünenlerin sayısı ile, Bursa’da okuduğu üç yılı onulmaz (!) bir vefaya bulanmış karasevdayla anlattığı Bursa şiirinden sebep onu Bursalı sananların sayısı, şairin Kırklarelili olduğunu bilip sahiplenenlerden kat be kat fazladır. Ne yazıktır; şairin kalemini oynatmayı bırakması da büyük ihtimalle unutulmuşluktan sebeptir.

Değerli şairimizi saygıyla anıyor, onun sırrını dışarıya vermeyen hayatından bazı kesitlere sayfalarımızda yer veriyoruz.

Selamın geçiyor besbelli / Yeşerdi telgraf direkleri

niyaziakinciogluM.Niyazi AKINCIOĞLU’nun hayat hikayesi 1919 yılında Kırklareli’nin Pınarhisar ilçesine bağlı Kurudere köyünde başlar. Orta öğrenimini Edirne ve Bursa’da yaptığını biliyoruz.

Hatta hikaye çok enteresandır…Edirne Lisesi’nde okuduğu yıllarda, Edirne’nin salaş köfteci dükkanlarından birinde şarap içerken okul müdürüne yakalanır. Tasdiknamesi verilen AKINCIOĞLU, Bursa Lisesi’ ne sürülecektir. Bu anekdotu “Sorgun Postası” isimli internet sitesindeki sayfasında anlatan İsmet SOLAK,  “İyi ki de sürülmüş…” diyor yazısında. “ Yoksa Bursa gibi bir destanı nasıl yazardı ? “

İşte o yıllardan gönül gözünün çektiği fotoğraflar, “Edirne” ve “Bursa” isimli şiirlerinde bu şehirleri taçlandıracaktır.

Şair AKINCIOĞLU daha sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirir.

Onun 1940’lı yılların en önemli şairlerinden olduğunu söylemek gerek. Asım BEZİRCİ’ nin bir tesbiti onun ne denli etkileyici bir şair olduğuna dair önemlidir. Şöyle der BEZİRCİ: “AKINCIOĞLU – Nazım HİKMET’ten sonra, ama Enver GÖKÇE ve Ahmed ARİF’ten önce- halk şiirinden yararlanan ilk toplumcu şairdir.”

Bu şu sebeple önem taşır: Ahmed ARİF 1940 kuşağından, tek yayınlanmış kitabı bulunmasına rağmen en bilinen ve etkisini günümüze taşıyan şairdir. Oysa, edebiyat dünyasında dile getirilmekten çekinilen tabulardan birisinin Ahmed ARİF’in, AKINCIOĞLU’ndan birçok yönden etkilendiği, hatta onun teknik, söz söyleyiş, şiirin ruhuna dair yönlerini de kendi şiirine eksen edinmiş ve onun üzerinden geliştirmiş olduğu üzerinedir. Onun çok bilinen şiirlerinden bazı dizelerdeki esinlenmeler şaşırtıcıdır.

Ne yazık ki AKINCIOĞLU bu kuşağın belki de en önemli şairlerinden olmak için yeni üretimlerini bir süre askıya almak zorunda kalır. 1953 yılında Kepirtepe Köy Enstitüsü’nden bir grup kişi ile birlikte, kendisine atfedilen “gizli cemiyet kurmak” suçuyla yargılanır. Oysa AKINCIOĞLU ve arkadaşları “Köyleri Kalkındırma Derneği” yararına bir faaliyet içindedirler.

Ama yüreğinden damıtarak kaleminde vücut bulan, boynuna pranga gibi asılmış “şairliği” o dönem şartları için onun da her ne sebepten olursa olsun suçlu görülmesine yetecektir. Bu yargılamalar ve Kırklareli hapisanesindeki mahpusluk dönemi, aklanıncaya kadar neredeyse 2 koca yıla yakın bir süreyi bulur. Çoluk çocuk aç, perişan, işin ötesinde aile babasızdır o koskoca 20 aylık mahpusluk boyunca. Uğradığı bu haksızlık, onda içe dönük bir hayata yönelmeyi getirecektir. Bu arada kalemine küsecektir şair.

Kaldığı yerden devam edemez miydi, onu bilemiyoruz maalesef. O yıllara dair hiçbir sırrını vermiyor AKINCIOĞLU. Tek bilinen kendi isteğiyle bu münzevi hayata dümen kırdığıdır.

İşte onun boş bıraktığı alan Harold BLOOM’ un ifadesiyle “Bir şairin başka bir şairin doğuşuna sebep olması…” sonucunu doğuracaktır belki de.

Bu daha evvel bahsettiğimiz gibi, edebiyat dünyasında Ahmed ARİF’e söz söylememiş olmak için tartışmaktan uzak tutulan bir tabu gibidir. Oysa bir büyük şairin de bir öncekinden etkilenmesinde yadırganacak bir şey yoktur aslında.

Muharrem Niyazi AKINCIOĞLU ile Ahmed ARİF şiirde yakaladıkları teknik, dil ve hava kadar, hayatlarında karşılaştıklarıyla da sanki paralel hayatlar sürerler.

M.NiyaziAkıncıoğluİkisi de bir dönem şiirlerinde dile getirdikleri “hürriyet”i bu sebeple içe işleyen bambaşka bir söyleyişle aktardıkları şiirlerine ilham olan “mahpusluk” hayatı yaşarlar. Bu mahpusluk ikisinde de derin tahribatlara sebep olur ki, ikisi de tek kitap çıkartıp, bir süre sonra inzivaya çekilirler. Ahmed ARİF’in 1944-55 yılları arası çeşitli dergilerde yayımlanan şiirleri toplanıp 1968 yılında “Hasretinden Prangalar Eskittim” isimli kitaba dönüşecektir. M. Niyazi AKINCIOĞLU ise yaşarken “Haykırışlar” ( 1938 ) isimli kitabını görebilecektir. 1938 ile ölüm yılı olan 1979 yılına kadar çeşitli dergilerde yayımladıklarını ise kitap olarak göremeyecek, “Umut Şiirleri” isimli kitap 1985 yılı tarihini taşıyacaktır. Bu kitap şairin döneminin önemli yayınlarından olan Gün, İnsan, Pınar, Yeni Ses, Yeni Edebiyat, Yürüyüş gibi dergilerde yayımlanmış şiirlerinin bir araya toplanmasıyla oluşturulmuştur.

Öte yandan iki şairde hayata baktıkları pencere olan aynı ideolojik çizgide eserler vermekte, birisi yurdun batısından, Trakya’dan seslenirken, diğeriyse doğusundan sözcüklerini uçurmaktadırlar.

1970’li yıllara gelindiğinde yeniden şiirlerini yukarıda adı geçen bazı dergilerde, bazen dostlarının ısrarlarıyla yayınlar AKINCIOĞLU. Ama artık çok hatırlanmamakta, 1940’larda kendisinden sonraki önemli şairleri etkilemiş şiir dilini yakalayamamaktadır. Eski şiirlerinin etkiyi yeniden bulmak için çok da üretim yapmaz. Bu umursamaz kabulleniş onun silkelenmesine engel olacaktır.

Yukarıda da değindiğimiz gibi ikinci kitabı ölümünden sonra Umut Şiirleri ( Hacan Yayınları 1985 ) ismiyle basılacaktır.

Hayatını, her şeye küsmesini aslında bilerek ya da farkında olmadan “Hürriyet Kasidesi” şiirinin ilk dizelerinde başkalarına “ümit” dağıtarak anlatır AKINCIOĞLU.

“Söylesem söz olur / söylemesem dert.”

O dert ettikleriyle yaşamayı seçecektir. Maphusluktan sonraki hayatını Kırklareli’de Hükümet Meydanı’na bakan bürosunda avukatlık yaparak geçirmeyi tercih eder AKINCIOĞLU. Yaşı da ilerlemiştir. Hastalanır ve oğlunun da aynı hastanede görevli olması sebebiyle olsa gerek ( Dr. Tevfik Altan AKINCIOĞLU ) Ankara Dışkapı SSK Hastanesi’ne yatar. Şairin üç çocuğundan en büyüğü olan Tevfik ALTAN aynı zamanda Sağlık Bakanlığı eski müsteşarlarındandır.

AKINCIOĞLU’nun 1 Şubat 1979’ da sessiz sedasız hayata vedasını, kalemin güçlü ustaları olan birçok dostu bile bu tarihten çok sonra öğrenecektir.

Vefa en çok ipek kumaşa benzer. Ne yapsan ütü tutmaz!

İşte bu veda da öylesi bir veda olur. “Yiğit toprağına düşer…” derler… Muharrem Niyazi AKINCIOĞLU da şiirlerinde bizi ruh iklimlerinde gezdirdiği Trakya’ ya, kendi ili olan Kırklareli’ne gömülür.

Şimdi biz susalım, onu iç sesimizle bir de şiirlerinden dinleyelim.

BURSA

Adını ilk defa
Yedibelâ Rasimin hançerinde okudum.
Çocuktum.
Çatal geyik boynuzu kabzasında
İlk Bursalıyı tanıdım:
“Bıçakçı Remzi” yazıyordu.
Ve kıvrak, söğüt yaprağı çeliğinde
Bir yara izi gibi kazılmıştı: Bursa.
Bilek olursa
-Diyordu delikanlılar-
Nankör değildir Bursa hançerleri.
Ha!. demiye gör, dönmez geri.
Ülfetim böyle oldu, methini böyle duydum.
Sonra büyüdüm,
Kartpostallarda resmini gördüm:
Gök mavi, zemin yeşildi.
Bir başka resimde:
Beş kurnalı şadırvan,
Şadırvan başında beş adam;
-Yeşil başlı ördekler gibi-
Beş yeşil sarıklı
Bursalı
Abdes alırken mürtesimdi.
Ve gök yine mavi, zemin yeşildi.
Nihayet devran
Yolumu Bursaya düşürdü.
Üç aziz bahar,
-Bütün mevsimler dahil-
Üç uzun yıl,
Bursadan gayri cümle dünyada
Beni nâmevcut okudular.
Ve ben mektebinde okudum.
Bir rivayete göre adam oldum.
Bir rivayete göre kayboldum.
İkisi de ayni kapıya çıkar,
Mesele değil.
Mesele şu ki
Bursa eyi, Bursa güzel.
Bursa için destan yazılır,
Bursa için iğneyle kuyu kazılır;
Fakat yalan:
“Bursa’da zaman,
Billûr bir avize, gibi değil.
Değil ama,
Bir ölmemek arzusu veriyor adama.
Dünyayı bırakıp gitme haseti,
Yaşamak hasleti,
Dünya sevgisi;
Yeşil yeşil yeşeriyor,
Mavi mavi gülüyor.
Ve sonra “Yeşil”in türbelerinden,
-Daha çok yatsı üstleri,
Yıldızlı gecelerde-
Bir aksi cevap yükseliyor perde perde.
Zamanı evail kokuyor burcu burcu
Yaprak yaprak dökülüyor
İmkânsızlığı ve nimet bolluğu.
Korkunçtur bu saatte ezan sesleri;
Allahla konuşur müezzinleri,
Karşılıklı sâlâ verilir.
Bu saatte Bursa’dan
İki eli kanda olan insan,
Koltuk değneklerini unutan,
Dost elini kaybeden âma;
Ve herkes
Kaçıp gitmelidir.
Her şeye rağmen dünyayı
Dünyayı bilmelidir.
Bursa eyi, Bursa güzel.
Eminim ki ben bâsübadelmevt
Orda olurdu:
Yalan yazmasa kitap
Yıkılmasaydı mihrap!..

İnsan, Ağustos-1943

EDİRNE

Bir yerde görürsen ki;
Ağır ve edalı akar
dal dal söğütleri öperek
samur üç belik gibi
üç koldan sular;
müjdeler olsun efendim:
Edirne’desin.

Mevsim, fasl-ı bahardır;
gecedir ve mehtap vardır.
Ve sen
bir kavs-ı kuzahta yürür gibi
Köprüler’desin.

Şataraban makamından bir şarkı dudaklarında
düşünür, çözemezsin:
Bu naz-ı istiğna, bu âvâz neden;
neden yarı eğilmiş suya dallar?
Öyle fermân etmiş eden
kimseler bilmez.
“Gönül bir top ibrişim
Sarılırsa çözülmez”

Burda her şey
bakınır hüsnüne hayran
Seyreyler cemâlini eğilmiş suya
mermer ihtişamında serhadd-i vatan.
Aşina bir çehre sezer belki diye
devr-i saltanatından Edirne;
bir deste alev güldür, mahzun,
yâr elinden düşürülmüş şimdi suda
Ve sular;
şimşir kelâmı dilinde
destan okur- okur akar.
Ve bihaber Yıldırım’da, bir evcikte
-akan sudan, uçan kuştan-
yeşil dut yaprağında
ak bir ipekböceği,
kozasını dokur dokur ölür.
Uyanır veda etmiş gibi artık uykuya,
konuşan bir dil olur
çiler uzakta;
bülbül sesi yağmur gibi
Bülbül Adası’nda.

Kanadı gümüşlü kuşlar geçer
iki şâk bölüp mehtâbı;
Kıyık’tan uçurulmuş.
Salınır bahçeler içre kızlar ki:
Nazardan kaçırılmış.
Ağzında kan kırmızı bir can eriği,
mehtapla beraber düşmüş gibi arza;
kızlar ki güzel,
dört başı mâmur ve murassa.
Sevdaya tutulmak bile mümkün
yeni baştan
söylemek kolay olsa eski türkümü:
“Edirne köprüsü taştan
Sen çıkardın beni baştan.”

Pınar, 01-09-1945

HÜRRİYET KASİDESİ

Söylesem söz olur,
Söylemesem dert:
Dilimin ucunda zındanlar saklı
Zindanlar: Sıra sıra,
Kara kara serviler ardında
Hapishane yazar kapılarında.
İnsanlar içindir,
Ve demirdir
Kapıları
Gardiyan açar, gardiyan kapar.
Yedi kat yerin altından
Kan
Ve ateşden
Ve dağlarla güreşden
Sonra mamul kapılar:
İnsanlar içindir.
Gardiyan açar,
Gardiyan kapar.

Ve yalnız,
Elleri sabunlu
İstanbullu
Bir çingene izinsiz girer
İzinsiz çıkar.
Kan tutuyor beni, bağıracağım;
Bu dağlar bizimdir alemin değil!
Alnını karışlarım
Dostlarım;
Kardaşlarım
Sizden gayrının!
Ben dosta lokmamı veririm.
Fakat bir gün gelirse
-Ölmüş bile olsam-
Südün helal olmasın anam,
Bitmezsem mezarımdan,
Mantar gibi,
Ot gibi,
Ağaç gibi,
Ordulara, tanklara karşı.
Şarkımız malum;
(Çanakkale içinde aynalıçarşı)
Zındanlar; ayın altında
Zındanlar; suyun üstünde;
Yandan akar çeşmeleri.
Öpülesi döğmeleri;
İnsanlar doldurur hapishaneleri.
İnsanlar:
Kalebent,
Boynunda lale;
İnsanlar:
Hürdür!

AJANS

Radyoda bir hüzzam şarkı var
dışarda sümbül havası,
“halbuki şimdi uzak ufuklara kar yağıyor.”

Daha evvel ajans dinledik,
zincirlerini şakırdatarak geçti esaret
alev raylar üzerinden demir arabalarla.

Toprak gebeydi,
toprak çocuklar: Dostlar,
kiminde orak, kiminde balta
-buğday kokan avuçları kan içinde-
emeklerini yığın yığın, başak başak
harman yerinde bırakarak
döğüştüler en ön safta.

Döğüştüler ve öldüler.

Sonra hürriyet
-yaralı ceylânlar gibi-
ve sulh
-anam sütü kadar helâl-
yüzünde ne bir kin, ne bir infial düştü yollara.

Yollar uzun, menzil ırak
ayakları kanıyor, yalnayak!

Bir şarkıdır bu
sulh ve hürriyet dediğin
ağız dolusu söylenir ufuklara karşı.
Bir şarkıdır bu
kalû belâdan beri söylenir
kurtlar dilinde, kuşlar dilinde.

Ben, onunla büyüdüm
onunla yürüdüm
onun için büyüttüm bu boyu
onun için ölebilirim.

Demir bu şarkıyla dövülür
Bu şarkıyla yürür gemiler
ve bir temmuz öğlesinde
mola verdiği zaman orakçılar
bu şarkıyla ayran içer.
Bu şarkıyla geçer
semasından insanların
boşaltıp rahmetini kümülüs bulutları.

Dostlar,
dostların dostları;
bu bâbda ne söylesek az.

Bir şarkıdır bu
kan ve ölümle yazılmış kalplerimize,
unutulmaz!

Yürüyüş, 09-01-1943

SELAM
Selamın geçiyor besbelli,
yeşerdi telgraf direkleri;
seneler sonrası, ormanından ayrı.

Bir sevinçtir aldı kırlangıçları,
rastgele öpüştüler;
düşünmeden günahı, öbür dünyayı.

Ben deli-divane olsam,
çok mu görülür?..

YAĞMUR DUASI
Görünmez ellerin sağdığı bulut,
Yağmur ki Allaha bağlanan umut;
Ellerini göğe kaldır açık tut:
Tarlada çamur teknede hamur
Ver Allahım ver sellice yağmur!

Ve bağrını toprak, avuçlarını el
Açıyor göklere; yağmur tek emel.
Ağlanmaz götürse yavruyu bir sel:
Tarlada çamur teknede hamur
Ver Allahım ver sellice yağmur!

Çatlak dudaklarını ıslatmıyor kan,
Toprakta yangın var, toprakta volkan.
Allaha gönderilen elçi: Kurban.
Tarlada çamur teknede hamur
Ver Allahım ver sellice yağmur!

KUŞ KANADINDAN
Halim selim değilim,
baştan kara ettiğim günler olur benim de.
Sevdiğim olur dert olur halim;
ezbere mecnunum bazı çöllerde.

Kırılır kolum kanadım,
naçar kalırım türkülerde;
anasız babasız, öksüz kalırım.
Yeşil kurbağalar öter yeşil göllerde,
ben garip, perişan gurbet ellerde.

Gurbet eller yoldur:
bir ucunda tevellüdüm müjdelenir,
kara haberim gelir öbür ucundan;
ve her çeşme başında üçe ayrılır.

Üç kardeşin en küçüğü ben avareye
kervan geçmez yollar salık verilir.
Gitmem demem.

Böyle yazmış yazan, aklı karalı
dere tepe, yokuş demem giderim.
Giderim de kanlı yaşlar dökerim,
akman demem, aksın varsın, silerim.

Elin olsun gül memeler arası,
meskenimdir benim hanlar, kahveler;
olmazsa, bahçeler, bağlar benimdir.
Benimdir ovalar, kartallar semti,
nerde akşam orda sabah ederim.
Yastıceğim taş olur,
“Altım toprak, üstüm yaprak”
ama gönlüm hoş olur.

Rumeli’nden bir türkü çalmayagörsün hele,
çıkmayagörsün Aliş Tuna Boyundan,
ilk kadehte sarhoşum. İflah olmam artık, hekim kâr etmez,
efkârlanır içerim, içer efkârlanırım.
Komşu kızları mı, ölüm mü geçmez,
neler geçmez hatırımdan, bir ben bilirim.
Evvel ve ahir geçer,
Yunus-u biçare, Şair Nedim, sakiya,
ömrün tesellisidir; geçer,
Sultan Süleyman’a kalmayan dünya.

Unuturum da sonra garipliğimi,
heheyyt!…derim bir, kuşlar, ağaçlar!
Ve çıkarım dağlara.
Nereli bu rüzgâr, bu su deli mi?
İznim olmayınca yasak macera.
Selamım, baş üstüne,
Kavgam, dert-yaş üstüne,
mazlumun âhıdır başımda esen
gocunsun paşalar, beyler
alimallah komam taş-taş üstüne.

Ve döğünsün eller, eller;
Ayvaz’ımın perçemi düşmüş sol kaş üstüne.
Çok sürmez velakin bu saltanatım,
tüfek icat olur,
hasetinden Kır-At’ım,
ben, arımdan ölürüm.

SAKLAMBAÇ

-Rıfat Ilgaz’a-

Niçin düşünüyorum
Saklambaç oynadığımızı;
Saklambaç oynadığımız günler
Çok mu geride kaldı?
Özlemiş olmalıyım.
Sen özlemedin mi?
Saklambaç oynamak istiyorum:
Çocukluğumuzdaki gibi
Ve son defa…

Bakalım gene bulabilecek misin?
Bu sefer çitin ardında değilim,
Ne de fırın içinde.
Çok başka yerlere saklanacağım;
Gözlerini yum çocuğum, gözlerini yum
Saklanıyorum…
Oldu bitti
Kara kuşlar öttü!..
27-4-1940.

Facebookpinterestmail