Selanik Selanik
Nedir suçu o eski şehrin ki, adına yakılan türküler “Selanik Selanik ıssız kalasın. . .” diye bir ilenmeyle başlar. Bir şehir için dile getirilebilecek en büyük beddua ıssız kalmasını istemek olmaz mı? Belki bu yüzden şehri terkedip gitti, o şehir şenlendiren feraceli kadınlar, kırmızı fesli, kaytan bıyıklı kumral delikanlılar… Bu türküyü söyleyenlerin ahı tuttu belki de Selanik’i; Saatli Selimpaşa Camii’nin cemaati dağıldı, bezirganlar Hamzabey Bedesteni’ni boşalttı, Islahhane Hamamı’nın kurnalarından kaynar sular akmaz oldu. Alaca İmareti yıkılıp gitti.
İkilüleli Tekke’sinden zikir sesleri kesildi. Bu türkünün ilenciyle asırlık çınarlar devrildi,suyu soğuk çeşmeler kurudu, cumbalı evleri kafesli pencerelerindeki kızlar kayboldu. Baldıran sardı o güzel şehrin bahçelerini bağlarını, bir asıra yakındır ki Selanik yarsız kaldı, Türkçesiz kaldı, Türksüz kaldı…
Niye başka şehirler gibi övülmez türkülerde Selanik?
Oysa alabildiğine göz alıcı, alabildiğine çekici, alabildiğine sevgiliydi bir zamanlar.
Varna Vadisinin ağzında Kolkidike ve Olimpos dağları arasına kurulu Selanik, rengin her çeşidini barındıran bir çiçek tarhı gibi iken, çarşısında, pazarında, bedesteninde envai çeşit lisan dillenirken, körfezinde küfürbaz Rum kayıkçılar siya siya seyrederken, akşam vakti esmer tenli dertsiz Çingene kadınları yollarda çiçek dağıtırken, Pomak’ı, Yahudi’si, Avdeti’si, Rum’u, Ermeni’si, Arnavut’u, Türk’ü birlikte yaşamaya gocunmaz iken. Selanik bizim iken, biz Selanikli iken…
Şehrin eski merkezlerinde, Türklerin Hortacı Süleyman Efendi dedikleri cami civarında, Rumların Hortacıdes dedikleri semtin Şadırvan mahallesine bakan yönünde, zaptiye binası yakınlarında çeşit çeşit kumaşlarla dolu büyük bir manifatura dükkanının sahibiydi Rendalı Rüstem Aga. Selanik’in tamamen Türk olan mahallesiydi buralar. Karşıdan susam değirmeninin ve derviş tekkesinin koca kapıları görünürdü.
Belindeki on iki kat Tarabulus kuşağından gümüş saat kösteği sarkan pala bıyıklı, esmerce bir yörük esnaftı Rüstem Aga. Selanik’in hazımları onun dükkanındaki kumaşlarla giyinirlerdi. Dallı güllü basmalar, ağır kadifeler, Şam işi ipekliler, Selanik dokumaları zarif elbiseler, renk renk feraceler olup salınırdı Rumeli kızlarının sırtında.
Ah Selanik, ne güzeldi çınar altına yerleştirilmiş taburelerden oluşan kahve köşeleri varken.
Dağına göre kış verirmiş Yaradan. Rüstem Aga gözü gönlü tok, işi tıkırında, koca konağı dolum dolum bir esnaftı. Kaç kişi karın doyuruyordu kapısında. Atlarına bakanlar, aşını kaynatanlar, Nasıriç tarafındaki çifliğini çekip çevirenler, dükkanını işletenler… Geçimden yana derdi yoktu Rüstem Aga’nın, ama ne çare ki ezelden böyle koymuşlar kuralı; zemheri ayında gül bulunurda başı dertsiz kul bulunmaz alemde. Rüstem Aga’nın da içini kemiren bir kuruntu vardı nicedir. İyi hoş, çift çucuk, ev bark, dükkan kiler vardı ama yarın ne olacaktı?
Selanik’in sayılı esnaflarından Rüstem Aga’nın bir oğulcuğu yoktu, yazık. Bunca mala bakacak, ölümünden sonra ocağını tüttürecek, soyunu sürdürecek bir erkek evlat vermemişti Hak Teala bu kuluna. Üç kere evlenmiş, beş kız çocuğu olmuştu,işte yaşı altmışa dayanmış fakat erkek evlat görmemişti kucağı. Nargilenin hoş konusuna kendisini bırakınca bu düşünceler içinde boğulup gidiyordu. Çark gibi dönen düzeni boş geliyordu gözüne, eşin dostun içine girip dünya dertlerini laflarken diline takılıp kalıyordu bu şeyler. Ne olurdu bir erkek evladı olsa da huzurla yumsa bu gözünü dünyaya. Adına hayır hasenat yapıp soyunu sopunu sürdürseydi.Haktan gelene rıza göstermek öğretilmişti ona. Sabah namazı vakti çıkıp çalışanları kontrol etmekle geçerdi günleri. Kazanç bol, kafasında düzen iyi de, bir tek oğul endişesi…
En küçük kızı onaltısına yeni girmişti daha. Güleç yüzlü, gözleri tütün rengi, dişleri sedeften daha parlak, gamzesi can alıcı ok temreni gibi,perçemleri ak kağıda benzer yol yol dökülen dilber. Başı mavi yazmayla sıkmalı, elleri bir bebek gibi beyaz ve küçücek. Adı Fitnat…
Rüstem Aga’nın malını mülkünü bilenler Fitnat’a eş olabilmek için can atıyordu.Her gün kapısını aşındırıyordu görücüye gelenler ama kıyamıyordu Rüstem Aga kızına. İstemeye gelenlere “vakti var” dedirtiyordu.
– Feraceye gireli üç gün oldu daha, çocukluğuna doysun, babasının yüreğine esneklik olsun.
Zamanı gelince o da bulurdu evini ocağını.Diğer evlatları evlenip yuva kurmuştu, bir Fitnat kalmıştı koca konakta. Akşam eve döndüğünde o karşılıyordu babasını, yüzünde gülücüklerle sarılıyordu boynuna boğazına, sırtından ceketini alıyor, sıcak su ibriği hazırlıyordu abdest için.
Fitnat bunca güzel olmasaydı, bunca sevileseydi belki böylesine yakıp kavurmazdı Selanik’i.
Bir yaz günü Selanik yakınlarındaki Mazganlı adındaki bir Türk köyünden şehre gelmiş bir delikanlının yolu düştü Rüstem Aga’nın dükkanına. Avcuna aldığı kumaşları sıkıp kontrol etti bu delikanlı. İpeklerin parmakları arasından kayışını seyretti. Sonra biraz elbiselik, biraz mintanlık kumaş seçti. Kuşağının arasından parayı çıkarırken, Rüstem Aga daha önce dükkanına gelmemiş bu gence nereli olduğunu sordu.
– Mazganlı’danım, birkaç cambaz arkadaşla koyun getirdik Selanik pazarına.
Rüstem güldü bu çoban tavırlı köylü gence.
– Hayvanların hepsini sattın demek. Taa Mazganlı’dan buraya getirdiğine değdi mi bari?
– Getirmeyip ne yapacaktık? Aslında niyetim burda kalıp iş tutmaktı ama bulamadım. Hayvanları sattım, biraz kumaş, şeker, tütün alıp köye döneceğim, cevabını verdi.
– Anan baban var mı ?
– Mazganlı’da ikisi de, yaşıyor. Dört erkek kardeşin en küçüğüyüm.
Bir erkek evladın hasretini çeken Rüstem Aga kara gözlerini yere devirip iç geçirdi hafiften. Dört oğullu babalar da vardı dünyada ve oğullarını göz önünden ayırıp iş bulmaya yoluyorlardı demek. İçinde yanıp duran evlat özlemiyle bu aydınlık yüzlü delikanlıya bir iyilik etmek geldi birden aklına.
– Nedir senin adın be delikanlı ?
– Mehmet…
– Ne iş yaparsın sen ?
– Hesaba kitaba aklım yatar, akçeden dirhemden, arşından endazeden anlarım. Ne iş olsa yaparım.
Delikanlının cevabı yaşlı tüccarı güldürdü. Mazganlı’nın insanını tanırdı. Herbiri sağlam, güvenilir adamlardı. Nicedir dükkanın işlerine yetişemediğinden şikayet ediyor, çalışanlarının yükünü hafifletecek birini arıyordu. Aklına gelen ilk şeyi söyleyiverdi gence.
– Gel çalış bu dükkanda. Ekmeğin, aşın, uyuyacağın damın benden. Sırtına elbise alır, içebileceğin kadar tütün veririm. Birkaç kuruşla da emeğinin hakkını öderim.
Beyaz keten mintanlı deelikanlı başındaki kızılı soluk fesi çıkartıp alnının terini sildi. Şaşırmıştı bu ani teklif karşısında. Gülümseyerek elini uzattı Rüstem Aga’nın iri kemikli ellerine. Hararetle cevap verdi ardından.
– Daha ne isteyim Allah’tan be Ağam. Sen münasip gördünse, biz de senin güvenine layık olmaya çalışacağız ancak.
Hemen o gün işe koyuld Mazganlı delikanlı. İki üç parça eşyasını sakladığı kilimden heybesini bir kenara koyup işe soyundu. Dükkandaki üç çalışandan biri oldu. Her geçen gün hallettiği her güçlük, Rüstem Ag’nın gözünde kıymetini artırdı. Yaşlı tüccar ilk kez gördüğü bu gence lütufta bulunduğu için pişman değildi. Aksine gün geçtikçe Mazganlılı Mehmet’e olan güveni artıyor, diğer çıraklara yüklemediği sorumlulukları ona yüklüyordu. Kurulu yay gibi her an harekete hazır bir gençti Mehmet. Kolay öğreniyor, çabuk yorumluyordu. Onu böyle gayretle görünce iç çekiyor,
– Ahhh, diyordu Rüstem Aga. Hak bana da böyle bir oğul verseydi ne olurdu.
Elinin ulağı olmuştu Rüstem Aga’nın. Bütün gün istenilen her işe koşuyor, terliyor ama yüzünden gülümsemeyi eksik etmiyordu. Akşam olunca tütün denklerinin arasına serdiği şilteye uzanıp uyuyordu.Kendisine verilenle yetinmeyi biliyordu Mazganlılı Mehmet.Zamanla tezgahın başına geçecek kadar güven kazanmıştı.
Rüstem Aga kimi zaman onu evine yolluyor, ya unuttuğu bir eşyayı aldırıyor, ya da aldığı bir nevaleyi eve ulaştırıyordu onunla. Her seferinde kapının ardına yarım saklanarak gencin uzattığı torbayı serçe ürkekliğinde, güvercin beyazlığında, kuşkonmaz narinliğinde bir el içeri alıyordu. Mehmet başını eğip, çekiliyordu kapıdan. Ama adı üstünde delikanlıydı o da. Oturup uzun boylu düşünecek çağda değildi.
Çakır gözlerindeki ışıltıyla kandırıverdi bu beyaz ve küçücek ellerin sahibini.
Sözlerden çok gözlerle anlaşılırdı o demlerde…
İki genç cahil akla uyup, bir akşam çifliğin samanlığında, balyaların arasında görüşüverdi ayaküstü. Allah’tan başka kimsenin görmediği karanlık bir köşede birbirilerinden utanarak fısıldaştılar. Fitnat’çık Mazganlılı delikanlıya gönül verdiğini itiraf etti. Bu deli oğlana ellerinin sıcaklığını teslim etti.
Rumeli sevdalar diyarıdır zaten. Her köyü her şehri sevda şarkılarıyla anılır hala. Temiz, gerçek ve içten yürek yangınıdır burda yaşanan. Rumeli rengarenk bir ebru teknesini andırır biraz da. Envai renk birbirine girer, alacalanır, dalgalanır. Yaşanmış sevdaları,yakıcı hasretleri ebedileştirmek için söylenir orda türküler.Ritmin,temponun,melodinin kolkola girdiği bir diyardır orası.
Mehmet, velinimeti Rüstem Aga’ya açılıp kızına duyduğu sevdayı söylemeye çekinedursun, bir oğlun özlemiyle yanıp tutuşan Rüstem Aga da aklından geçirmiyordu bu delikanlıyı damat etmeyi. Aylarca sınamış, görev vermiş ve Mehmet’in ne denli sağlam bir delikanlı olduğunu görmüştü. Bir yatsı vakti sedirinde oturmuş cigarasını tüttürürken hanımı açtı konuyu.
-Fitnat’ta son günlerde bir garilik var ki sorma.Bir ananın gözünden kaçmaz kızının hali. Bu kız senin dükkandaki oğlana tutuluverdi galiba. Birbirlerinin gözlerinin içine dalıp kalıyorlar. Birisi sokaktan Mehmet’in adını ünleniverse, bizim kız yarışa çıkacak kısrak gibi eşelenip duruyor. Bir delilik yapıp bu ne cins olduğunu bilmedik oğlana kaçmasın, adımızı sanımızı karalamasın.
Rüstem Aga karısına şaşırtan bir hoşgörüyle gülümsedi.
-Genç bunlar hanım. Öbür dört kızımı nasıl evlendirdiysem, bunu da bir gün yuvadan uçuracağım. Mehmet’ten daha uygununu nerden bulacağız.Eli iş tutar, temiz namuslu bir genç.Kızı isteyecek olursa veririz. Biz dünyadan el çekecek olsak gözümüz arkada gitmeyiz.
Babasının anasının yaptığı bu konuşma Fitnat’çığın kulağına gittiğinde, elindeki sürme hokkasını, gümüş aynayı bir tarafa atıverip sıçarayıverdi yerinden. Sevincinden güz elması gibi kızardı yanakları. Eli ayağı birbirine dolaştı. Haber gönderdi Mehmet’e.
– Sevenin işini Allah kollarmış Mehmet’im. Haber uçur anana babana da istesinler beni.
Adı yüce, Kadir Mevla’ya şükretti Mehmet. Ertsei gün birkaç günlüğüne izin alıp anası babasını görmeye gideceğini söyleyip izin aldı Rüstem Aga’dan. Evdekilerin gönlünü etmeyi kolaylaştıracak türden birkaç parça hediyeyi heybesine koyup çekti dükkanın kapısını. Uçarcasına geçti Hortacılar Camii’ni, Mazganlılıya giden bir at arabasına atlayıp yola çıktı.
Fitnat kıpır kıpır yüreciğiyle Mehmet’in ana babasının görücüye geleceği günü beklemeye başladı.
Mehmet Mazganlı’daki evinde özlemle karşılandı.Kocamış ana babası yürek şenliği evlatlarına sarılıp ne yapıp ne ettiğini sordular. İyi görmüşlerdi Mehmet’i. Elbiseleri pırıl pırıl, eli yüzü ışıl ışıl, bakımlı ve sağlıklıydı. Mehmet çalıştığı dükkandan, kaldığı yerden, Rendalı Rüstem Aga’dan ve onun güzel kızından bahsetti.
– Görüştük anlaştık.İstemeye gelsin gerisi kolay dediler. Hatrımı kırmayıp giderseniz muradım olur, dedi.
Bir sabah Rüstem Aga’nın Hortacı’daki evinin önünde duran yaylı at arabasından indi yaşlı karı koca. Kapıda kendilerini karşılayan evin hanımına “Mehmet’in ana babasıyız. Ziyaretinize geldik.” dediler. Ummadıkları bir sıcaklıkla karşılandılar. İçeri buyur edilip gül suyuyla serinletildiler.Cevizli lokumla ağızları tatlandırıldı.Köpüklü kahveler geldi..Gördükleri ilgi karşısında ezile büzüle neden geldiklerini anlattı yaşlı karı koca. Oğulları Mehmet’e Fitnat’ı istiyorlardı Allah’ın emriyle. Rüstem Aga gülümseyip başını salladı.
– Ben de Fitnat’ın anasını baba evinden ayırıp getirdim. Bu dünyanın düzeni böyle. Edersin bulursun, diye şaka yaptı ve ekledi. Kaderin yazdığını kullar silemez.Hayırlısıyla, Hak Teala yazdıysa olur.Oğlunuzu biliriz severiz.Lakin demem o ki, kocamış karı kocayız biz. Bu kız bizim evimizin şenliği, aksak ayağımızın assı.Evlenecek olurlarsa damat bizim evimize gelsin,içimizde kalsın bizden kopmasın dileriz.
Mazganlılı ana baba birbirlerine bakıp baş salladı.
– Niyetimiz siiznle hısım olmaktır, hasım değil.Oğul bizim olduğu kadar sizindir de.Bu koca şehirde onu yanınıza alıp, iş güç sahibi ettiniz,hoşnut kaldınız.Yanınıza da alabilirsiniz, bu bize şeref verir.
Usulen teklifi kızlarına götüreceklerini söyleyip yolcu ettiler gelenleri.İç güveyi alacaklarına göre beklemeye de gerek yoktu.Fitnat olur verirse, Nasiriç’teki çiflikte davul çaldırıp düğün yapılır, yeni bir yuva kurarlardı evleri içinde.
Rüstem Aga’nın evinde bunlar olup biterken, Selanik’in üstünde kötü günlerin ağırlığını taşıyan bulutlar uçuşuyordu.Sadece Selanik değil Serez bölgesini kolera adında bir hastalık kasıp kavurmaya başlamıştı.Kimisi bu hastalığın Selanik limanındaki ecnebi gemicilerden yayıldığını söylüyor,Kimi Balkan içinde alevlenen savaştan kaçıp şehirlere sığınan göçmenlere bağlıyordu her şeyi.Azrail kol geziyordu. İstanbul’dan doktorlar sıhhiyeciler akın etmişti Selanik’e. Selanik için felaketin başlangıcıydı belki de bu.
Bu kötü günler yaşanırken iki aile tekrar bir araya gelip gün kararlaştırdılar.Mehmet zaten Rüstem Aga’nın yanında çalıştığı için düğün gününü uzatmak yalnış olur laf edilirdi.Üç hafta sonra Temmuz ayı sonunda düğün yapılacaktı.
İki genç herşey olup bitmiş gibi bakıyordu artık. Mehmet evin çocuğuydu artık. Düğün gününe bir iki hafta kaldı kalmadı…
Kafes içinde saklanan, doğru dürüst kimseyle görüşmeyen Fitnat kıza Selanik’i kasıp kavuran illetin nerden bulaştığını kimse anlayamadı. Başlangıçta önemsemedi,anlamadılar onun suskunlaşıp solmasını. Evlenecek olmasının heyecanına bağladılar. Ama düğün günü yaklaştıkça güçten düştü, eridi,bütün vücudunu saran ateşini düşürmek için elma sirkesine batırılmış tülbentler yetmedi.
Ana babayı bir telaş aldı ki, benzeri yok…Hastaneye taşıdılar hemen. Yaşlı bir yahudi doktor muayne etti. Gözleri yaşararak ana babanın duymak istemediği o illetin adını söyledi : Kolera…
Rendalı Rüstem Aga acı içinde kıvranıyordu. Heycanla düğün gününü bekleyen Mehmet’e de haber vermek gerekti artık. Güçten düşmüş, ölüm bekleyen hastalarla dolu Alaca İmaretine taşıdılar Fitnat’ı.Başucunda hastabakıcılar, tabipler döndü çığırtkan kuşlar misali.Vakit geçtikçe gevşiyordu yaşama tutunmasını sağlayan bağlar. Tütün rengi gözlerinin rengi soluyor, gül yüzü sararıp sönüyordu. Devran dönmüş olmalıydı ki sevenleri ayırıyordu.
Koca dünyanın karanlık devri geldi çattı. Selanik bir bitimsiz yaza teslim oldu ki, sıcaklığı kasıp kavurdu yüreklerdeki baharı. Dün şen çingenelerin lavta sesleriyle çınlayan konağa ölüm sessizliği çökmüştü.
Fitnat kız yakasına yapışan devasız derdin kendisini alıp götüreceğini anladı. Kaderine boyun eğdi. İçini türkülere döktü. Halsiz kalan dudaklarından hep yeşil kalan ümitlerini solduran, güler yüzlü yalancı dünyaya sitemlere eden, kara bahtına ilenen sözler döküldü.
Çalın davullarım çaydan aşağı
Mezarımı kazın bre dostlar belden aşağı
Suyumu da dökün boydan aşağı
Aman ölüm, zalim ölüm üç gün ara ver
Al başımdan bu sevdayı götür yare ver
Ve solgun dudaklarında yarım kaldı bu türkü. Fitnat’ın yaşama tutunduğu soluk kesildi bir kara gecede. Sabahın seherinde çığlıklarla kaldırdılar cesedini, tazecik vücudunu yıkayıp namazını kılmak üzere Hortacı Camii’ne taşıdılar. Sela sesleri Selanik’i dolandı baştan başa. Türküde dendiği gibi boyunca mezar kazdılar. Davullu zurnalı gelin edecekken tazecik vücudunu kara toprağa hazırladılar.
Mehmet Hortacı Camii’nin bir köşesine çöküp, Fitnat’ı bırakacağı kara toprağı ıslattı gözyaşlarıyla ve ilendi Selanik’e.
Selanik içinde sela’m okunur
Selamın sadası bre dostlar cana dokunur
Gelin olanlara kına yakılır
Aman ölüm,zalim ölüm üç gün ara ver
Al başımdan bu sevdayı götür yare ver
Yolunu yitirmiş kuşlar konar oldu Fitnat kızın hece taşına. Ama ne çare ki, sorgu olmaz Kadir Mevla’nın işine.
Ya Selanik ne oldu Fitnat’ı taze ümitleri, sıcak yüreğiyle bağrına alınca. Güneş aynı yerde doğup aynı tepeden mi battı yine? Aynı serinlikle mi okşadı yüzleri yaz esintileri ? Çarşı pazarı envai çeşit lisan dillendirdi mi yine ? Şen çingeneler genç yüreklerin ağırbaşlı sevdalarını dile getirdi mi şarkılarda ? Cumbalı konaklara ne oldu ya, asırlık çınarlara ve alabildiğince mavi gökyüzüne?
Onlar da değişti Fitnat ölünce. Bu yazgısı kargaşık yazılmış kızın ilenmesinden midir ne, gülünden bahçesinden, şenliğinden sıyrılıp yas diyarı oldu Selanik.
Selanik Selanik ıssız kalasın
Taşını topracığını bre dostlar seller alsın
Sen de benim gibi yarsız kalasın
Aman ölüm zalim ölüm üç gün ara ver
Al başımdan bu sevdayı götür yare ver
Issız kaldı Selanik çok geçmeden. İnsanlar kimliklerini de yanlarına alıp ayrıldılar bu şehirden. Her biri Fitnat gibi güzel olan ak yüzlü güleç kızlar, kumral delikanlılar, beli kuşaklı kocamışlar, feraceli hanımlar yollara düştü. Dağılıp parça parça oldular. Savruldular dünyanın dört bir yanına. Yüreklerini ölümden beter bir vatan hasreti kavurur halde terkettiler diyarlarını. Çeşmeler akmaz oldu, minareler şakımaz oldu, çınarlar devrildi köşe başlarında.Şen yuvaların bahçesini baldıranlar, dikenler sardı. Mazganlılı Mehmet de, Rumeli’nin incisi Selanik de yarsız kaldı.Türkçesiz kaldı, Türksüz kaldı.
Selanik’ teyse artık ne Rüstem Aga’nın dükkanını, ne Hortacı Camii’ni, ne Mazganlılı Mehmet ile Fitnat’ı, ne de onların garip sevdasını bilen kimsecikler kalmadı.
Kaynak : Hulusi Üstün – Türkü Öyküleri, Pozitif Yayıncılık,İstanbul 2003